MİLLİ ŞUURUN 3 ANA ÖGESİ: ‘’DİL-KÜLTÜR-TARİH’’

İnsanlık mazisinin karanlık çağlarından beri nice milletler yeryüzünde var oldu. Bunlardan birçoğu ise yüzyıllar, bin yıllar içerisinde ulusal kimliklerini kaybedip başka budunlar içinde öz benliklerini yitirdi. Böylece isimleri tarih kitaplarının tozlu sayfalarında kaldı. Peki, birkaç cümle ile özetlediğim tüm bu tarihsel süreçte var olmak ya da yok olmak sonuçlarını doğuran ana sebepler neydi? Dünyanın değişik coğrafyalarında ve geçmişin farklı dönemlerinde yaşananlar aynı olmasa da temelde olan olgu milli bilinci ihtiva eden 3 ana kavramın unutulmasıdır. Bu üç mefhum şunlardır: ‘’Dil-kültür-tarih’’

Elimizde sadece 3 parçası olan bir puzzle düşünelim. Bu üç parça bir araya geldiğinde ise bizi biz yapan, atalarımızdan miras kalmış tüm değerleri ifade eden en kutlu varlığımız ortaya çıkar: ‘’Milliyet’’

Tarih; ulusların geçmişini ve bugününü anlatıp yarınlara ulaşmada bize pusula olur. Kültür, milletlerin öz çekirdeğindeki korunmuş gerçek hazinelerin toplamıdır. Dil ise tarihin, kültürün ve insanlık adına ne yaşanmışsa hepsinin gelecek kuşaklara aktarıcısıdır. Dilin kendi başına bir canlı varlık olduğunu söylersek yanlış olmaz. Aslında dilin yaşam süresi ile tarih-kültürün hayat mühleti saniyesine kadar aynıdır. Tüm bunların ışığında Yahya Kemal Beyatlı’nın Koca Mustafapaşa şiirinde geçen ‘’Derler: İnsanda derin bir yaradır köksüzlük. Budur âlemde hudutsuz ve hazin öksüzlük.’’ mısralarını ve Türk edebiyatının koca çınarı Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın ‘’Türkçem, benim ses bayrağımdır’’ sözünü anımsatmak istiyorum. Dağlarca, bu veciz kelamı ile dilin bir bayrak kadar kutsal olduğuna vurgu yaparken, Beyatlı da asıl öksüzlüğü toprağından koparılmış bir ağacın yaşadığı köksüzlüğü benzetmiştir. Bu köksüzlük eğer ruhlarımızın en derin noktasına kadar tesir edip kalıcı hale gelirse işte o zaman Kırgız edebiyatının usta kalemi Cengiz Aytmatov’un ‘’Gün Olur Asra Bedel’’ romanında yazdığı ‘’mankurt’’ kişiler oluruz. Mankurt şahsiyetler ise düşünmeyen ve içi saman dolu bir korkuluktan farksızdır. Yani yürüyen bir cesettir.

Tarihin akışı bir akarsu gibidir. Bu akarsu asırlar içinde ve zamanın bilinmez dehlizlerinde membaından uzaklaşır. Coğrafyalar aşar, kollara ayrılır. Uluslar da bu kollar içinde acuna yayılır ve milli şuurlarını muhafaza eder. Ne kadar zaman geçse de ve gidilen mesafeler ufkun ötesinde kalmış gibi görünse de suyun tek bir kaynağı vardır. İşte milletleri ayakta tutan ve cihanda öz varlıklarını diri tutacak olan pınar budur. Yani ortak dili, kültürü ve tarihi barındıran su damlalarıdır.

Bizler, yapbozun üç ana parçasını heybemizde özenle saklayabilirsek uzak yurtlardaki milli bağlarımızı derin belleğimizden söküp atmamış oluruz. Balkanlardaki Türklüğün önemli temsilcilerinden olan Gagavuz Türkleriyle onlardan binlerce km uzaktaki Tuva Türklerini tek bir ulus paydasında birleştiren nedir? Türbesi Kazakistan’da bulunan Türk-İslam Bilgini Hoca Ahmet Yesevi’ye karşı Türk yurtlarının tamamında olan gönül bağının, sevginin ve saygının ardında yatan sebebi nasıl açıklayabiliriz? Tüm bu soruların ve daha fazlasının cevabı ortak tarihin balaları olmamızdır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, ‘’Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur’’ demiştir. Bu sözü anlayabilen ve iliklerine kadar benimseyip rehber edinen Türk balasını gökyüzünün altındaki hiçbir güç milli duygularından ayıramaz.

Dil-kültür-tarih iç içe geçmiş kopmaz halkaların oluşturduğu bir zincir gibidir. Eğer, bir halkada en ufak bir gevşeme olursa o zaman uluslar milli bir felakete uğramanın eşiğine gelir. Bunu önlemenin yolu her zaman tetikte ve hazır olmaktır. Dil, bu noktada yaşamsal bir önem taşır. Lisan, kültürün de tarihin de kuşaklar arası taşıyıcısıdır. Bunun yansımalarını sözlü kültürde görmekteyiz. Basit bir örnek vermek gerekirse bugün Türkiye Türkçesinde kullanılan ‘’Aşık Atmak’’ deyiminin kökenini incelediğimizde tarihi Türk oyun kültüründe yer alan ‘’Aşık Oyunu’’ karşımıza çıkar. Bu oyun, Türkistan’ın ve memleketimizin pek çok yerinde koyunların ve keçilerin arka bacaklarında bulunan dört yüzlü kemikle oynanan bir oyundur. Kazakistan’ın ve diğer Türk soylu devletlerin uçsuz bucaksız steplerinde varlığını sürdüren bu geleneksel kültür unsurunun Anadolu’daki sözlü lisanda bir deyim olarak kullanılıyor olması bizlere çok şey anlatmıyor mu?

Lisan meselesine insanlık mazimizin en geniş çerçevesinden bakarsak Sümerlerin 4000 yıla uzanan anlatısı Gılgamış Destanı’na değinmek yerinde olacaktır. Uruk kentinin kralı Gılgamış’ın ölümsüzlüğü aradığı efsanevi yolculuğu kil tabletlere yazılmıştır. Gılgamış, aradığı sonsuz hayatı bulamasa da onun epik ve mitolojik hikayesi bin yıllar öncesinden günümüze kadar erişmiştir. Gerçek ölümsüzlük de esasında budur. Bunu mümkün kılan da lisanın önce sözlü olarak bir taşıyıcı görevi üstlenmesi daha sonra yazılı edebiyat ile 4000 yıllık bir yolculuğa ışık tutmasıdır.

Edebiyatı, dili canlı tutan ve karanlık dönemlerin gölgesinden kurtaran bir değer olarak görebiliriz. Türk dili ve edebiyatı da dünyanın en kadim metinlerine, eserlerine sahiptir. Milletlerin tarihlerinde mühim bir yer tutan efsane ve destanlar da Türk edebiyatında yadsınamayacak bir paya sahiptir. Edebiyat hakikatlerin hayallerle süslenmesi olduğu gibi destanlar, mitolojiler ve efsaneler de ulusların tarihlerine kaynaklık eden sözlü ya da yazılı deyişlerdir. Dünyanın en uzun destanlarından olan Kırgızların Manas Destanı’na yeni sözler ekleniyor. Destan anlatıcıları, Manas Destanı’nı kopuz ile okuyup atalarının ruhlarını anmaya devam ediyor. 14-15. yüzyıllarda yazıya geçirilen Dede Korkut (Korkut Ata) hikayeleri de Türkiye ve Türk dünyası arasındaki kültürel bağların en açık göstergesi olarak okunuyor. Bu minvalde Kopuz’un mucidi olan Dede Korkut’un Kazakistan’da görkemli bir anıtının bulunduğuna vurgu yapmak istiyorum. Zamanda biraz daha eskiye gidip 8. yüzyıla dönersek Moğolistan’da bulunan Türk dilinin, tarihinin, kültürünün ve edebiyatının en kutlu yapıtlarından olan Orhun (Göktürk) Yazıtlarının dikiliş anını görürüz. Bizler, 8. asırda taşa yazılan Türk kağanlarının sözlerini 21. yüzyılda okuyor ve bunlardan öğütler çıkarıyorsak bunu tarihin, kültürün aslında her şeyin aktarıcısı olan lisana borçluyuz.

Bilim insanlarının yaptığı araştırmalar sonucu eski Türk inanç ve geleneklerinin bir tezahürü olan balballar, kurganlar (anıt mezar) ve diğer tarihi bulgular ortaya çıkarılmıştır. Asya’nın dört bir yanındaki bu taş ve kayalarda Türkçe’nin en kadim yazı örnekleri vardır. Yazılarla birlikte Türk milletinin öz tamgaları niteliğinde olan şekiller, bozkır yaşamının izlerini taşıyan hayvan motifleri de bu kayalara kazılmıştır. 1969 senesinde Kazakistan’daki arkeolojik kazılar sonucu ortaya çıkarılan İskit-Saka dönemine ait Esik Kurganı, büyük bir keşif olarak yankı uyandırmıştır. Kurgandaki ‘’Altın Elbiseli Adam’’ ise Kazakistan’ın en önemli tarihi eserleri arasında yer almaktadır.

Dil-kültür-tarih meselesinde söylenebilecekler ve bu üçü arasındaki ilişkiye dair verilecek örnekler okyanus kadar engindir. Bizim hiç unutmamız gereken şudur ki yapbozun bu üç ulu parçasını annemizin ak sütü kadar temiz saklamalıyız. İnsan toplulukları, dil-kültür-tarih bağlarına sımsıkı tutunursa millet olma özelliğini yitirmezler. Bu koşul ile ancak milli benlikten söz etmek mümkün olacaktır. Milletler öz benliklerini koruduğu müddetçe de acunda adını, sanını yaşatacak ve kendi bayraklarının gölgesinde bağımsız bir şekilde yaşayacaklardır.

[¹]Yazımı Türk edebiyatının batur kalemi, fikir ve düşünce insanı, öğretmen ve yazar Hüseyin Nihal Atsız’ın millet ve ülkü hakkındaki şu sözleri ile bitirmek istiyorum:
‘’Millet bir hayvan sürüsü değildir. Millet milli bir hedef ister. Ancak o hedefi gördüğü zaman sürü olmaktan çıkıp insanlaşır, bencil olmaktan kurtulup fedakârlaşır.”

KAYNAKÇA
[¹]- Atsız, Hüseyin Nihâl. Türk Tarihinde Meseleler, sayfa 51. İstanbul, Ötüken Neşriyat. 2019

Muharrem KOÇAK

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

EY YÜCE TÜRK MİLLETİ

GARA BÖLGESİNE ŞEHİT DÜŞEN ASKERLERİMİZ İLE İLGİLİ BİLDİRİ